istanbul

istanbul

Kareler: Mekanın Kendiliği

Mekandan bağımsız olarak yaşantılanmış bir an ve o anın hafızada tekrar yaratılması pek mümkün değil herhalde. Mekanlar önemlidir yani. Ege'nin güzel bir köşesinde, Dünyanın kalanından soyutlanmış bir mekan hayal etsek, dostlarımıza da biraz yer açsak burada, denizin yeşilinden gökyüzünün maviliğine uzanan bir manzara sersek önümüze kalan herşeyi dışarıda bıraksak şöyle bir kare oluşabilir önümüzde.


Ben saatlerce oturabilirim burada, hiçbir şey yapmadan sadece ortamla bütünleşerek. Gökyüzünde akan bulutların beni çok meşgul edeceğinden hiç şüpheniz olmasın. Belki bir süre sonra soğuk bir bardak bira ikram eden olursa hayır demem.

Şezlongların boş olması hüzünlü bir ortam yaratmasın zihninizde. Sevdiklerinizi davet edin buraya ve fotoğrafın parçası olup keyfini çıkartın siz de!

Biraz daha ileri gidelim. Ege'nin eşsiz ortamında, zeytin ağaçlarının gölgesinde keyifli bir yemek mekanı hayal edin. Uzaktan denizin sesi gelsin. Zamanın yavaş aktığı, düşüncelerinizin bile yavaşladığı bir ortam olsun. Böyle bir ortamı Mora yarımadasının ucunda bir yerlerde bulduğumda aşağıdaki fotoğrafı çekmiştim. Buyurun masaya, kimi isterseniz davet edin. Kompozisyonun sahiciliği ve samimiyeti, geçireceğiniz zaman hakkında bir ipucu veriyordur. Kimse olmadan bile mekan kendisini ifade ediyor burada.








Kareler: Yolculuk

Bazen gidilmek istenilen yer değil, seyahatin kendisi bile ulaşılmaz olabiliyor. Yola çıkmak olanaksız hale gelmişse ve hayal gücümüzü kullanarak yapacağımız yolculuk tek çare ise biraz teknolojiden yararlanmakta mahzur yok. Günümüzde oturduğumuz yerde, sanal olarak Dünyanın her yerini ziyaret edebiliyoruz. Ilık sahillerde gezinmek, egzotik bir şehrin sokaklarında dolaşmak internet sayesinde hiç sorun değil.

Yine de gerçek bir seyahatin heyecanı ve enerjisini özlememek mümkün değil gibi duruyor. Aşağıdaki fotoğrafı 2019 yılında bir otomobil yolculuğu sırasında çekmiştim. Yolun nereye vardığı hiç önemli değil, yolda olmak esas eylem burada.


Fotoğrafa her baktığımda, deklanşöre bastığım anda hissettiklerimi tekrar yaşıyor gibiyim.





Kareler: İstanbul - VI

İstanbul'un üzerinde uçtuğunuz zaman gördüğünüz manzara sizi şaşırtıp, üzmeye devam ediyor. Şaşırıyorsunuz çünkü arsız değişimin hiç yavaşlamadığını anlıyorsunuz. Öte yandan, koca şehrin hala güzellikler sunduğunu hayret ederek görüyorsunuz ve buna da şaşırıyorsunuz. Üzülüyorsunuz, çünkü konumuyla Dünyada eşsiz olan bu şehre nasıl hoyratça davrandığımızı havadan bakarak daha iyi kavrıyorsunuz.

Geçenlerde açık bir havada tepeden bakma imkanım olunca şehrin bir zamanlar sakin ve yeşil Anadolu yakasının ne hale geldiğini dehşetle bir kez daha gördüm.

Manzara budur, uçsuz bucaksız bir beton ormanı.


En solda Göztepe taraflarından sahilde Dalyan, Fenerbahçe ve Kalamış'a doğru uzandığınızda yeşilin kırıntıları ile idare ediyorsunuz. Bir tek Fenerbahçe burnu betona renk katmaya devam ediyor. Moda ve Kadıköy'den itibaren sahildeki "peysajlara" eyvallah diyeceksiniz.

Sol alttan sağ yukarıya doğru çapraz giden "Minibüs asfaltı" betonda bir yarık gibi duruyor. Sağ alt bölüme doğru yayılan "Yeni Fikirtepe" hangi fikrin tepesiyse artık, beton ormanına yeni fidanlar dikmeye devam ediyor.

Bütün bu kargaşanın ortalarında bir yerde de Fenerbahçe stadyumu duruyor. Öyle ya, onbinler futbol seyredecekse bu iş şehrin tam göbeğinde olmalıdır!

Fotoğrafın alt bölümünün bulanık olması uçak camından kaynaklanıyor.

Pirekare'de güzellikleri anlatıyorum madem, bu fotoğraftaki güzellik nedir derseniz, eh, en azından masmavi bir deniz var. Biraz da hayal gücünüzü kullanırsanız aralarda ne güzellikler bulursunuz kim bilir!


İzlenimler: Brighton

Londra'nın yaklaşık 80 km güneyinde, Manş Denizi kıyısında Britanya'nın en popüler sahil şehri olan Brighton'da gezinelim biraz.

18. yüzyılın sonlarında kral olan 5. George, Londra'dan sıkıldığında soluğu bu küçük şehirde alırmış. Burasını o kadar sevmiş ki kendine kocaman bir ev yaptırmış ve İngiliz sosyetesinin de arkasından Brighton'a akın etmesine sebep olmuş. 1841 yılında Londra-Brighton demiryolu hizmete girince Londralılar sayfiye niyetine buralara gelmeye başlamış.

Bugün Brighton'a gelmenin en kolay yolu yine tren. Londra'da Victoria istasyonundan bindiniz mi, Gatwick havaalanından da geçerek Brighton'a varıyorsunuz ve sizi senelere meydan okuyan güzel bir tren garı karşılıyor.

İşte şehirle ilk karşılaşmamız.


Nüfusu 300.000'in altında olan şehir tamamen sahile odaklandığı için genel manzarayı yansıtacak bir fotoğraf karesi sahilden olacaktır.

Manş Denizinin gelgitleri ile sürekli dövdüğü çok geniş bir kumsala bakan şehrin özetini sunacak bir fotoğrafa buyurun.


Yukarıdaki manzaranın solunda görülen uzun kule bir seyir asansörü. i360 olarak adlandırılan kulenin üzerinde yolculuk eden bir seyir kapsülü tepeden sadece şehri değil, açık havalarda bütün kıyı şeridinin manzarasını görme imkanı sunuyor. Şehrin en önemli caddesi de sahil boyunca, kumsalın hemen üstünde kilometrelerce uzanıyor.

Sahildeki en dikkat çeken yapı ise uzun mu uzun bir iskele. Victoria döneminde kıyı yerleşimlerinde bu tarz büyük iskeleler yapmak moda olmuş. En görkemlilerinden birisi de Brighton merkezine inşa edilmiş. Üzerinde barlar, gezinti mekanları ve hatta bir lunapark var. Brighton Pier olarak adlandırılan yapı karakteristik bir görüntü sunuyor.


Şehrin en büyük yapılarından birisinin bir iskele olması insana tuhaf geliyor ancak bir dönemin eğlence anlayışının zirvesini yansıttığı düşünülürse, böyle iyi korunması ve hâlâ işlevini sürdürüyor olması doğrusu etkileyici. Tatil günlerinde ve hafta sonlarında devasa iskele çok kalabalık oluyor.

Sahilden Brighton Pier'e doğru bir bakış.


Gelin sahilde biraz gezinelim. Kuzey denizlerinin bitmek bilmeyen gelgit döngüsü burada da hemen kendini belli ediyor. Kış aylarında denizin hırçınlığı da bu döngüye eklenince sahili biraz mesafeden seyretmekte fayda var. Ancak yaz döneminde insanlar akın akın geliyor buraya. Kilometrelerce uzanan geniş kıyı şeridi kumdan değil çakıl taşlarından oluşuyor. Bu durum, günlük yaşamda yolunuz her düştüğünde kendinizi sahile vurmanıza imkan tanıyor; ayağım kuma bulandı derdi yok. Öğlen saatlerinde bir porsiyon "Fish and chips" ve bir bardak soğuk bira alıp denize karşı yiyebilirsiniz. Sahil boyunca şezlonglar hizmetinizde.


Çok gözünüzü karartırsanız yüzmeyi bile düşünebilirsiniz ama sanırım bu kadar kuzeyde denize girmek pek bize göre bir şey değil.

Sahil, kumsal, şezlong dediğimizde yanlış bir izlenime kapılmayın. Nihayetinde burası bir şehir ve iş güç peşinde koşan insanlar yaşıyor buralarda. Nitekim kumsalın hemen arkasında şehrin binaları yükseliyor (bakınız baştan ikinci fotoğraf.) Victoria dönemini yansıtan binalar ortamın karakteristik havasını şekillendiriyor.

Sırtınızı denize döndüğünüzde Brighton'ın verdiği pozlardan biri.


Uzun sahilin batı tarafında kumsaldan sonra geniş bir çimenlik alan var. İnsanlara nefes alacak yer bırakmak adına çok iyi bir planlama ile böylesi kocaman açık mekanlar yaratmışlar.

Güzel havalarda sere serpe çimenlere yayılanlar buraların keyfini çıkartıyor.


Yukarıdaki her iki sahil fotoğrafında da i360 kulesi görünüyor. Gerçekten de devasa bir yapı bu. Seyir kapsülünün en tepeye çıkıp inmesi yaklaşık yarım saat sürüyor.

Kapsülün ayna camdan oluşan alt kısmının yansıttığı 360° Brighton manzarasını sunuyorum.


Sahil kısmını gezdikten sonra biraz içerilere gidelim. Denize dik sokaklar ve caddeler çok güzel mimari manzaralar sunuyor. Yine Victoria tarzı mimarinin şekillendirdiği eski ama çok iyi korunmuş az katlı binalar bir bütünlük içinde uyumlu bir şehir dokusu oluşturuyor. Tabii, arada illa çirkin bazı "modern" yapılar var ancak bir bütün olarak değerlendirdiğinizde geçmişin bugüne nasıl keyifle uzandığını hemen hissediyorsunuz.


Dolaşması keyifli yerlerden birisi de The Lanes bölgesi. Daracık sokaklar ve geçitlerle örülü bölge hem alışveriş hem de yeme içme için cazip alternatifler sunuyor. Buralarda gece hayatı da çok canlı ama küçük bir uyarı: Britanyalılar gecenin ilerleyen saatlerinde sarhoş olmaya ve bağıra çağıra sohbet etmeye çok meraklı. Hele hafta sonları, geç saatlere kadar insanlar barları tıka basa dolduruyor.

Biz yine dönelim The Lanes'in sokak aralarına. Buralarda gezinip, yorulup ve acıktığınızda Kuzey Denizinin lezzetlerinden tatmamak olmaz. Britanya mutfağının genel durumu herkesin malumudur, Dünya'nın en zayıf mutfaklarından birisi. Buna rağmen Manş Denizinin sunduğu taze lezzetlerin, hemen karşı kıyıdaki Fransız tarzı ile aynı kulvarda olmasa da dikkate değer olduğunu vurgulamak gerekir.

Buyurun The Lanes sokaklarına.


Şehrin tam merkezine çıkan caddelerden birisi de North Street. Bu caddeyi takip ettiğinizde Jubilee Clock Tower denilen saat kulesinin olduğu küçük bir meydana çıkıyorsunuz. Meydanın bir köşesinde Waterstones adlı beş katlı harika bir kitapçı var. Böyle küçük bir şehirde bu kadar büyük bir kitapçı görmek insanı şaşırtıyor.

Karakteristik mimarisi ve otobüsleriyle North Street.


Brighton sokaklarında dolaşırken eninde sonunda yolunuzun önüne düşeceği uyumsuz mimari tarzı ile sizi şaşırtacak kocaman bir bina var: Royal Pavilion, yani Kraliyet Köşkü. Yazının başında kral 5. George'un şehri meşhur ettiğinden bahsetmiştim. Burasını çok sevince kral hazretleri kendisine kalacak bir yer yaptırmaya karar veriyor ve mimar John Nash'i bu işle görevlendiriyor. Mimarımız da zaten olan bir yapıyı büyütüyor, allıyor pulluyor ve bahsettiğimiz bina ortaya çıkıyor. Gotik Hint tarzı diye de adlandırılan bir karmaşa binanın şeklini belirliyor. Süslü kubbeler, kuleler, minareler kralın da hoşuna gitmiş olmalı ki yeni evine yerleşiyor.

Bir türlü içimin ısınmadığı yapıyı özellikle karşısından çekmemeyi tercih ettim. Böylece biraz daha yumuşatmış oldum görüntüyü kendimce.


Kısaca tanıtmaya çalıştığım Brighton, Britanya'nın insanı şaşırtan, güzel yerleşimlerinden birisi. Şehrin varlığı adeta denizle olan ilişkisi ile şekillenmiş, adeta bir Akdeniz şehri gibi.

Londra'ya trenle bir buçuk saat mesafedeki Brighton, kendine ait yaşam tarzı ile kuzeydeki adanın hoş bir köşesi.

Son bir fotoğraf. Akşamüstü New Stein semtinin binaları ve arkada ucu görülen Brighton Pier.












Kareler: Şehrin Halleri

İstanbul'da doğup büyüyüp yaşayanlar geçmiş ile olan bağlarının iyice koptuğunun farkındadır. Tanıdık semtlerin aşina olunan sokakları, köşebaşındaki bildik bir bina, mahallenin bakkalı, apartmanlar arasına sıkışmış küçük park gibi zihnimizde yer etmiş imgeler çoktan solup gitti. Geçmişle bağlantısı kalmayan bir şehirde yaşıyoruz.

Ancak bu durum sadece İstanbul için geçerli değil. Zaman zaman gıpta ile baktığımız, geçmişi ile barışık Avrupa şehirleri de bu dalgadan payına düşeni almaya başladı. Bazıları daha dirençli, geleneksel yapısını sonuna kadar savunmaya çalışıyor. Bazıları da değişimin baskısı ile şaşkın bir şekilde köşeye sıkışmış bir tablo çiziyor. Özellikle büyük şehirlerde durum gittikçe zorlaşıyor.

Avrupa'nın finans merkezlerinden birinin sokaklarında gezinirken aşağıdaki manzara önümde belirdi. Zamanında şehrin büyük sayılabilecek binalarından birisi özenle korunarak günümüze kadar sapasağlam ulaşmış. Temsil ettiği mimari tarz ve şehir dokusu ise değişimin azgın dalgaları tarafından silinip süpürülmüş. Eski bina çok güzel ama hemen arkasındaki beton-çelik-cam karışımı dev sanki onu yuttu yutacak.


Böylesi bir savruluş çağında elimizde kalanları korumak için çok gayret etmek gerekiyor. Paranın gücüne direnmek ne kadar zor biliyoruz. İstanbul bu mücadeleyi toptan kaybetti. Görünen o ki, örnek alınabilecek büyük Avrupa şehirleri de bu durumla baş etmekte zorlanmaya başladı.


İzlenimler: Egina, Poros ve Hydra

Atina'dan kolayca ulaşabileceğiniz Ege adalarından bahsedelim bu kez. Korint kanalının Ege tarafındaki ağzının açıldığı Saron Körfezi kuzeyde Atina sahilinden güneyde Mora yarımadasının doğu ucuna kadar uzanıyor. Körfezin içindeki ve biraz kenarındaki Saronik adaları, Pire limanından kalkan deniz otobüsleri ile kısa sürede Ege'nin güzelliklerine ulaşmanıza olanak veriyor. Biz farklı bir yöntem kullandık ve Atina'daki Alimos Marina'dan kiraladığımız yelkenli tekne ile bir hafta bu güzel sularda dolaştık.

Şöyle bir haritaya bakalım. Google Maps'den alınmış karede ziyaret ettiğimiz adaları işaretledim.


Günlük hayatın koşuşturmasına ara verip, uçağa atladığınız gibi Ege'nin karşı kıyısına geçip akşama doğru Atina sahiline ulaştığınızda doğal olarak keyfiniz yerine geliyor ve ertesi gün çıkacağınız güzel yolculuğun heyecanı ile iyimser, mutlu bir havaya bürünüyorsunuz. İşte bu ortamda, bir hoşgeldiniz birası ile tatilimize resmen başladık.


Ertesi gün marinadaki işlemlerimizi bitirip teknemizi teslim aldık ve zaman kaybetmeden yola çıktık. Daha ilk günden Ege bize güzel yüzünü gösterip görsel ziyefetler sunmaya başladı.


Denizde olmanın insanı hafifleten duygusu benliğinizi doldurduğunda kendi varlığınızı da farklı şekilde hissediyorsunuz, farkındalığınız değişiyor.

Böyle duygu ve düşüncelerle dolmuşken kısa sürede ilk limanımıza vardık: Egina adası. Sönmüş bir volkanın şekillendirdiği adanın nüfusu 10.000'den fazla. Ana limanı ve merkez kasabası batı kıyısında bulunuyor. Aslında çok estetik bir yerleşim değil burası. Sokaklarında dolaşırken Ege adalarının karakteristik görünümlerini pek yansıtmıyor ama hareketli bir atmosferi var.

Limanın genel görüntüsü şöyle.


Karaya çıktığınızda görmeniz gereken yerlerin başında Afea (Aphaea) tapınağı geliyor. Limana yaklaşık 13km mesafede, bir tepenin üzerine oturtulmuş olan tapınak, tanrıça Afea'ya ithaf edilmiş. Afea'nın Zeus'un kızı olduğu düşünülüyor.

MÖ 500'lerde inşa edilen bina sizi böyle karşılıyor. Tepeden sunduğu Ege manzarası ile beraber etkileyici bir görünüm.


Tapınağa ulaşmak ve adayı karadan keşfetmek için bir günlüğüne araba kiraladık. Akşamüstü Poseidon kaşlarını çatmaya karar verdi ve gökyüzü gri bulutlarla dolup, denizdeki dalgalar iyice azdı. Neyse ki biz karadan adayı geziyorduk. Kuzeye bakan kıyıda Souvalas balıkçı barınağındaki tekneler, ışığın etkisiyle bana çok güzel poz verdi. Mendireğin hemen yanındaki tavernada nefsimizi köreltirken bu fotoğrafı çektim.


Şimdi gelelim ada hakkındaki en önemli tüyoya. En iyi yemek mekanları adanın güney batısındaki Perdika köyünde. Tekne ile ulaştığınızda da köyün küçük koyundaki iskeleler gecelemek için en uygun yer. Sevimli, güzel manzaralı bir köy olan Perdika'da akşama doğru tavernaları gezip yemek mekanı seçmek önemli bir günlük faaliyet.

İşte, yemek saati yaklaşırken Perdika manzarası.


Egina adasından sonraki durağımız Poros oldu. Daha önce Poros'u ziyaret etmiş ve bir izlenimler yazısı yazmıştım (İzlenimler: Poros burada) Dolayısıyla, burada tekrar uzun uzadıya yazmayacağım bu güzel adayı ama hiç değinmemek de olmayacak.

Poros sahiline varmak üzereyken adanın bu fotoğrafını çektim.


Tekneyle gelmenin yanında, adada hem basit ama temiz pansiyon/oteller hem de bir iki fiyakalı otel var. Güzel kasabanın yeme içme seçenekleriyse pek çok.

Akşamüstü ada sahilinde yürüyüş yaparken dinginliği ve huzuru fotoğrafladım.


Gezimizdeki son durağımız Hydra adası oldu. Motorlu taşıtın olmadığı ada çok canlı ve cazibeli bir turist mekanı. Tabana kuvvet bu güzel adayı gezebilirsiniz. Sahildeki yerleşimleri birbirine bağlayan etkin bir deniz taksi ağı da var.

Adanın merkez kasabasının manzarasını tam da bir deniz taksi limandan çıkarken kareledim.


Sert öğlen ışığında gökyüzünün tuhaf tonlara bürünmesinin sebebi fotoğrafı cep telefonumla çekmiş olmam. Yine de bir telefon için iyi bir sonuç.

Hydra adası Yunanistan'ın Osmanlı İmparatorluğundan bağımsızlık mücadelesinde denizcileri ile önemli bir yere sahip olmuş. Bugünkü popüler statüsünün ise kısmen besteci/şarkıcı Leonard Cohen'e borçlu. Cohen, adada bir ev alıp uzun zaman burada yaşamış ve pek çok insanın ilgisini buraya çekmiş. Kasabanın ara sokaklarına saklanmış pahalı butik oteller burada diğer adalardan daha farklı düzlemde bir ekonomik canlılık olduğunun işaretini veriyor.

Limanın sağ tarafındaki değirmen ve hemen önlerindeki güzel tavernalar sizi böyle karşılıyor.


Koyun tam karşı tarafı ise surları ve topları ile daha ağırbaşlı ve resmi bir görüntü sunuyor.


Kasabanın kendisi de daracık sokaklarını dolduran bakımlı ve estetik binaları ile ilgiyi hak ediyor. Yaz ortasındaki yoğun sezonda buralarda iğne atsan düşmez belli ki.

İşte size Hydra.


Ada genel havasıyla daha pahalı bir izlenim oluşturuyor. Gerçi, burada da makul fiyatlı konaklama ve yeme içme mevcut ama ziyaretçilerinin en azından bir bölümünün biraz daha kalburüstü bir profile sahip olduğunu hemen farkedebiliyorsunuz.

Restoranda öğle yemeği sohbetine dalmış iki kadın ile onlardan habersiz olarak aynı kareye giren bir mega yat personeli ilginç bir tablo oluşturuverdi önümde.


Bu arada, fotoğraftaki restoranın adı Omilos ve çok lezzetli Yunan ve İtalyan yemekleri sunuyor.

Ana kasabadan 2km uzaklıkta bulunan Mandraki koyu yelkenciler için en uygun geceleme mekanı. Teknenizi kıçtan kara bağladığınız koyda çok güzel bir taverna da var. Otelde kalanlar da 20 dakikalık bir yürüyüşle buraya gelip hem nefis denizden faydalanabilir hem de taverna da güzel bir yemek yiyebilir. Yürüyüş yolunda da çok güzel manzaralar var.

Mandraki koyundaki teknelerin üzerine akşam inerken.


Bu üç adayı gezdikten sonra Atina'ya yelken açtık ve hemen sonra kürkçü dükkanına geri döndük.

Adaların ve ada yaşantısının cazibesi Ege'nin bu köşesinde kendisini böyle sunuyor. Anlatırken bile özlediğimi hissettim.

Bu arada, son fotoğraf olarak da Mandraki koyunda bizi bekleyen teknemizi sunuyorum. Hani, iyi güzel de sizin tekne nerede diye soran olursa!