SAMOS
Samos’a Kuşadası’ndan bir arkadaşımın yelkenlisi ile gittik. Toplam 4 günlük bir seyir yaptık ve adanın güney sahillerinde dolaştık. Kuzeyli rüzgârlar şiddetli olduğundan diğer tarafa geçemedik. Samos, Doğu Ege adaları grubuna dahil. Yani 12 adadan biri değil. Kıyılarımıza çok yakın; ancak adanın tam Anadolu’ya yanaştığı kısımlarda bizim sahilimizde yerleşim yok. Adanın ana yerleşim noktası kuzeydoğu ucundaki Vathy Kasabası. Buraya gitmedik ama turistik olarak çok çekici olmadığını öğrendik. Güney kıyılarındaki en önemli kasaba Pithagorion (bu adın çok farklı yazılışları olduğunu belirtmeliyim, ben bunu benimsedim.) Burası Pisagor’un doğup yaşadığı yer. Adını da ondan almış. Sevimli, sıcak, hoş mu hoş bir yerleşim burası.
İşte Pithagorion:
Bütün Ege kasabalarında olduğu gibi sahil şeridi lokantalar ve cafe’ler ile dolu. Yemeklerin güzelliğini anlatmaya gerek var mı bilmiyorum. Özellikle deniz mahsulleri hem gerçekten çok lezzetli hem de Türkiye ile kıyaslandığında fiyatları ucuz. Adanın kendi üzümleri ile yapılan uzolar ise bir başka güzel. Yunanistan’ın en iyi uzolarının Samos’ta üretildiği iddia ediliyor.
Kasabanın sahilinden denize girilebiliyor ancak en güzel kumsallar merkezin biraz dışında. Hemen belirteyim, Yunan adalarının -en azından benim gezdiklerimin- doğal güzellikleri bizim Ege kıyıları ile karşılaştırıldığında zayıf kalıyor; sahillerdeki denizin kristal berraklığı ise bu açığı bir miktar kapatıyor. Kasabanın hemen yanındaki küçük plajın turkuaz sularını, tepeden geçen yoldan fotoğrafladım.
Pithagorion’un tamamı yürüyerek rahatça gezilebilir. Biz etrafı daha iyi keşfedebilmek amacıyla ATV denilen dört tekerlekli motosikletlerden kiraladık.
Kasabanın kuzey batısındaki tepelere kurulmuş Moni Panagias Spilianis Manastırı’na çıktığınızda çok güzel panoramik ada manzarası seyredebilirsiniz. Manastırın biraz altında ise özellikle mühendis dostları etkileyebilecek bir eser var. Tepe üzerindeki göletin sularını kasabaya aktarabilmek için M.Ö. 600′lü yıllarda 1100 metre uzunluğunda bir yeraltı su yolu açmışlar. İşin başındaki mühendisin adı ile anılan Eupalinos tünelinin önemi her iki uçtan birden kazıya başlanıp ortada buluşularak tamamlanmış olması. Antik Yunanlılar geometride kendilerine o kadar güveniyorlar ki bu işi inanılmaz bir hassasiyetle bitirivermişler. Tünel aşağı girişinden ziyarete açık.
Dönüş yolunda Pithagorion manzarası ise etkileyici.
Fotoğrafın sağ üst tarafında antik dönemden kalma surlar ve hemen bitişiğinde Osmanlı’dan bağımsızlığın şerefine yapılan Metamorfosis Kilisesi var.
Bir arkadaşım izlenimlerime otel ve restoran tavsiyesi de eklememin faydalı olacağını işaret etmişti. İşin bu boyutu beni biraz aşar gibi geldi; çünkü bunun için kapsamlı bir çalışma yapmak ve emek (ve zaman) harcamak gerekiyor. Yine de amatörce ve iddiasız bir şekilde, konakladığım veya görüp beğendiğim mekânları aktarmakta bir sakınca yok diye düşündüm. Pithagorion’da günlük yaşamın içinde kalmak amacındaysanız sahilde pek çok küçük otel var. Herhalde booking.com‘a bakarak bunları rahatlıkla seçip değerlendirebilirsiniz. Asıl amaç dinlenmek ve denizin keyfini çıkartmak ise kasabanın biraz dışındaki mütevazı ama çok keyifli Glicorisa Oteli tavsiye edebilirim. Otelin sahil lokantasındaki yemek kalitesi de muhteşem.
Pithagorion’a bir akşam manzarası ile veda edelim. Sahilde gece hareketliliği başlıyor, günlük gezi tekneleri dönmüş. Arka planda Metamorfosis Kilisesi ve batan güneşin son ışıkları.
Samos’taki ikinci durağımız Pithagorion’un batısındaki küçük İreon Köyü oldu. Aktivite olarak sahilde sıralı 5-6 lokanta ve küçük bir kumsaldan oluşan bir yerleşim yeri burası. Herhalde toplam 15 dakikada tamamını gezebilirsiniz. Yanaşacak bir iskelesi olmadığından teknemizi açıkta demirledik ve karaya çıktık. Turistik istiladan nasibini almamış, huzurlu bir yer burası.
İşte Ireon sahili.
Gözümüze kestirdiğimiz bir lokantada nefis bir balık ziyafeti çektik. Gecenin ilerleyen saatlerinde kumsaldan güçlü bir müzik sesi yükseldi. Meğer, İreon Müzik Festivali varmış. “Bu kadar küçük bir köyde festival mi olurmuş?” diye düşünürken birden Türkçe bir rock şarkısı başladı. O akşamki konserin Manga grubuna ait olduğunu öğrenmek bizim için hoş bir sürpriz oldu.
Samos’a ait bu izlenimlerin eksik olduğunu anlamışsınızdır. Hava koşulları nedeniyle adanın kuzey tarafına çıkamadığımızdan Karlovasi ve Kokkari gibi görülmeye değer yerlere ulaşamadık. Yine de Pisagor’un şehrini görüp de anlatmamanın büyük bir haksızlık olduğunu herhalde kabul edersiniz.
RODOS
12 adanın en büyüğü, şövalyelerin adası, Kanuni’nin gözdesi, bugünün turistik merkezi Rodos. Adanın kuzey ucuna kurulu aynı adlı şehir (nüfusu yaklaşık 40.000) gezilerin esas hedefini oluşturuyor. Kentin esas kıyısı diyebileceğimiz Mandraki Limanı’nda sizi deniz feneri ile liman girişinin iki yanına yerleşmiş geyik heykelleri karşılıyor.
Dünyanın yedi harikasından biri olan Rodos Heykeli’nin bir zamanlar tam bu noktada yükseldiği sanılıyor. Limana girdiğinizde solda tarihi yel değirmenlerini, sağda ise kentin en canlı yerlerinden olan Plateia Eleftherias’ı görüyorsunuz. Yaz mevsiminde liman tıka basa yatlarla dolu.
Rodos şehri gayet bariz bir şekilde ikiye ayrılmış: Eski şehir ve yeni şehir. Eski şehrin tamamı surlar ile çevrilmiş ve bu surlar mükemmel şekilde bugüne geldiğinden içeriye sadece surlarda açılmış 11 kapıdan girebilirsiniz. Yeni şehir hemen surların dışında oluşup gelişmiş. Yeni dediysek son yıllarda yapılmış zannetmeyin. 19. yüzyılda bugünkü halini almış ve iki dünya savaşı sırasındaki İtalyan işgalinde ağırlıklı olarak art deco ve kısmen Venedik tarzı binaların baskın görüntüsü ile şekillenmiş. Örnek olarak belediye binasına bakarsanız Venedik tarzını hemen fark edeceksiniz.
Rodos’ta ciddi iz bırakmış kültürlerden birisi de tabii ki Osmanlı İmparatorluğu’na ait. Zaten hem yeni, hem de eski şehirde etrafınıza baktığınızda kiliseden çok cami olduğunu görüyorsunuz. Çoğu iyi durumda olan bu camilerin yerel mimari ile uyumları gerçekten dikkat çekici. Günümüzde Türkiye’nin her yerini birbirinden çirkin camiler doldururken Osmanlı’nın yeni ele geçirdiği yerlerde sosyal, kültürel ve coğrafi ortama saygı göstermesinin bugüne ciddi mesajlar gönderdiği gerçeği biraz içimizi acıtıyor. 16. yüzyılda yapılmış olan Murat Reis Camisi’nin minaresine bakınca ne demek istediğim anlaşılır sanıyorum.
Dönelim şehir turumuza. Surların içine girip yüzlerce yıllık sokaklarda dolaşmaya başladığınızda mutlaka görmeniz gereken yer Şövalyeler Sokağı ve sokağın sonundaki Büyük Üstatlar Sarayı. Şehirde ilk yerleşim M.Ö. 500′lü yıllara kadar gidiyor. 14. yüzyılda şövalyeler adayı Cenevizli korsanlardan satın alır ve Osmanlılar gelene kadar 200 yıldan fazla yönetirler. Bu şövalyelerin kim olduğu konusunu biraz açmak lazım. St. Jean şövalyelerinin 11. yüzyılda Kudüs’te kurduğu Hospitalier tarikatı Haçlı seferlerinin başlamasından sonra askeri bir teşkilata dönüşür. Kudüs’ün ellerinden çıkmasıyla önce Kıbrıs’a yerleşirler sonra da Rodos’a. Ölene kadar liderleri olan bir Büyük Üstat tarafından yönetilirler. Masonluk teşkilatının kuruluşunun da şövalyeler ile bağlantılı olduğu söyleniyor. Sadece Rodos’ta değil; 12 adanın tamamında ve tabii Bodrum’da ciddi eserler bırakmışlar. Kanuni Sultan Süleyman tahta geçince, ilk iş Rodos’u alıyor. Ancak şövalyelerin güvenle adadan gitmelerine izin veriyor, onlar da kalkıp Malta’ya yerleşiyor (bkz: izlenimler: Malta).
Bu bilgilerin ışığında sizi Şövalyeler Sokağı’na davet ediyorum.
Büyük Üstatlar Sarayı’nı da uzun uzun gezdik; ancak ciddi bir tadilat yüzünden her tarafı iskeleler ile kaplı olduğundan fotoğrafını çekmedim. Sarayın karşısındaki meydanda Kanuni’nin Rodos’u almasının anısına inşa edilmiş zarif Süleyman Camisi yükseliyor. Aynı meydanın arkasında halen faal olan 1793 tarihinde kurulmuş Hafız Ahmet Ağa Kütüphanesi var. Camiler, hamamlar, çeşmeler görüntüyü öyle şekillendiriyor ki gün batımında çektiğim fotoğraf Yunanistan’dan çok bin bir gece masallarının tasvir ettiği Bağdat’ı gösterir gibi.
En yukarıda minaresi aydınlatılmış olan Süleyman Camisi. Aşağıda ise incik boncuk turistik eşya satan dükkânlar.
Ertesi gün, hava dolaşmaya izin verecek kadar serinlediğinde eski limandan surları fotoğrafladım. Önde geleneksel balıkçı tekneleri, arkada eski şehrin surları, daha geride Mustafa Camisi’nin minaresi.
Adanın kalanını gezmek için en iyi yöntem bir araba kiralamak. Doğu sahilinde, Rodos şehrine yaklaşık 1,5 saatlik mesafede Lindos konumlanmış. Kuruluşu M.Ö. 3000′li yıllara kadar giden köy gerçekten görülmeye değer. Motorlu taşıtlar köye giremiyor. Daracık, bir bölümü merdivenli sokaklarındaki tek ulaşım aracı katırlar. Beğenmezseniz tabana kuvvet. Köy dik bir yamaca dayandığı için bol yokuş var. Yamacın tepesinde ise binlerce yıllık bir Akropol duruyor.
Yaklaşırken Lindos sizi böyle karşılıyor:
Köyün içinde çok güzel lokantalar, cafe’ler var. Sahile inerseniz deniz de pırıl pırıl. Hava o kadar sıcaktı ki Akropol’e çıkmaya cesaret edemedik. Yeri gelmişken hemen yazayım, Rodoslular, adayı ziyaret etmek için en uygun zamanın Ekim ayı olduğunu ifade ediyor. Havanın daha mülayim olduğunu ve aşırı turist kalabalığının çekildiğini üzerine basa basa söylüyorlar.
Doğu sahilinde denize girmek için pek çok güzel yer var. Arabanızı deniz kıyısına yanaştırın ve doğru kendinizi denize atın. Çıkınca da sahildeki uyduruk duşta tuzunuzu akıtın. Biraz 70′lerin Türkiye’sini anımsatan manzaralara hazır olun, öyle fiyakalı “beach”ler yok karşınızda. Doğal, bakir, basit kumsallar ve nefis bir deniz.
Batı sahili ise daha çok büyük oteller ile dolu. Kitle turizmi tarafı yani. Bu yüzden fazla anlatacak ve fotoğraflayacak bir şey yok. Bir istisna, Filerimos Manastırı. Yüksek bir tepeye kurulmuş olan manastır görülmeye değer. Manastırın kendisi kadar sunduğu ada manzarası da heybetli.
Filerimos Manastırı’nın hemen karşısında bulunan 20 metre yüksekliğindeki dev Haç’ın tepesinden görünümü.
Adada otel ve lokanta tavsiyelerine gelince. Yeni şehrin ortasında, gürültü patırtının merkezinde olduğu halde inanılmaz sakinlikteki bir sokakta yer alan Casa Antica gerçekten güzel bir butik otel. Yemek ve hatta kahvaltı bile yok bu hoş otelde; ama hemen yakınındaki Koykos adlı cafe-fırın nefis ekmekleri, börekleri ve kahvaltısı ile otelin uzantısı gibi. Eski şehri yaşamak isterseniz de Saint Michel yine hoş bir butik otel olarak tercih edilebilir. Mandraki Limanı’nın hemen girişindeki Meltemi Lokantası’nı tipik bir Yunan akşam yemeği için tavsiye ederim. Rodos-Lindos yolu üzerindeki Tsampika’da bulunan Panorama Restoran da güzel manzarası ve ızgaraları (ve tabii ki tzaziki’si) ile güzel bir seçim.
KOS
Bodrum’dan her gün kalkan katamaran ile topu topu yarım saatte ulaşılan, burnumuzun dibindeki ada Kos. Liman Türk bandıralı tekneler ile dolu. Sahildeki Filamingo Cafe’de öğle yemeği için otururken bir ara fark ettik ki etrafımızdaki bütün masalarda Türkçe konuşuluyor. Zaten şef garson da sempatik tavırlı Hasan. Bilmem, başka söze gerek var mı? Adanın en doğu ucundaki aynı adlı kasaba her şeyin merkezi. Ötesinde de fazla bir şey yok. Bodrum Kalesi ile beraber deniz yolunu kontrol etmek için St. Jean şövalyeleri tarafından inşa edilen kalesi ile öne çıkan kasaba güzel rıhtımı ve çarşısı ile sempatik bir mekân. Tarihsel açısından önemi Hipokrat ile ortaya çıkıyor. Burası Hipokrat’ın adası. Ders verdiği meydanda anısına dikilmiş neredeyse 500 yıllık koca bir çınar var. Evet 500 yıl önce, o zamandan yaklaşık 2000 yıl önce yaşamış Hipokrat'ın anısına ağaç dikmişler.
Kasaba merkezinin rıhtımından bir manzara.
Bu da başka bir görünüm:
Oldukça tanıdık; Bodrum’u, daha doğrusu Bodrum’un suyu çıkmamış halini anımsatıyor.
Kale sahili ikiye ayırıyor. Sol (batı) yönünde yeteri kadar ilerlerseniz, yan yana sıralanmış basit ama keyifli lokantaların bulunduğu bölgeye varıyorsunuz. Kumsala sıfır, güzel bir akşam yemeği için rahatlıkla bir “taverna” bulabilirsiniz burada.
Rodos’u anlatırken Osmanlı’nın nasıl yerel değerlere saygı gösterdiğinden bahsetmiştim. Bunun etkileyici bir diğer örneğini Kos’ta görebilirsiniz. Çarşıda bulunan Defterdar İbrahim Paşa Camisi’nin fotoğrafına bir bakın:
Bu da hemen çaprazında bulunan nefis kilise:
Her ikisi de ciddi estetik kaygılar ve hem dönemleri hem de çevreleri ile uyum içinde şekillendirilmiş gibi geliyor bana.
Kos’un içinde biraz dolaştığınızda barların doldurduğu eski kasabanın hemen arkasında antik harabeleri görüyorsunuz. İşin ilginç yanı, bu harabelerin Kos’u yerle bir eden 1933 depremine kadar bilinmiyor olması. Depremden sonra yıkıntılar temizlenirken biraz fazla kazılınca antik yerleşimler ortaya çıkmış. Antik ile çağdaş olan iç içe, güzel bir beraberlik sunuyor.
Kos Kalesi’ni gezdiğinizde bakımsız, perişan bir yapı görüyorsunuz. Yine de, kısa bir ziyareti hak ediyor bir zamanların bu güzel yapısı.
Adalar izlenimlerimi burada noktalıyorum. İnsanların sıcaklığı, yemeklerin güzelliği, her yerde çat pat Türkçe’nin geçerli olması, denizin berraklığı sanki yine beni çağırıyor. Sanırım yolum tekrar buralara düşecek.