istanbul

istanbul

İzlenimler: Hong Kong

Bu sefer uzakdoğuya uzanıp, tanıyabildiğim kadarıyla Hong Kong'u anlatmaya çalışacağım size.
 
Çince “güzel kokulu liman” anlamına gelen Hong Kong, aslında kapitalist sistemin en ilginç ve galiba en başarılı deneylerinden birisi. Tarihine biraz baktığımızda, çok eski devirlerden beri yerleşim olmasına rağmen asıl öneminin İngiliz sömürgesi yapıldıktan sonra arttığını görüyoruz. 1840'lardaki afyon savaşını kazanan İngilizler yapılan ateşkes anlaşması doğrultusunda Hong Kong'u Çin'den kiralar. Savaşın adı bir yakıştırma değil, afyon ticaretinin serbestçe yapılmasını talep eden İngilizler ile buna karşı çıkan Çinliler kapışırlar ve kazanan İngilizler olur. İngilizler, Kraliçe'nin ticari çıkarlarını kollayacak güvenli bir liman olarak da Hong Kong'u kendilerine seçerler. Güney Çin denizi kıyılarındaki korunaklı liman o tarihlerden itibaren tam bir cazibe merkezi olur. 
 
Bir parça da coğrafyaya bakalım. Aslında ilk koloni yerleşimi olarak Hong Kong, ana karanın hemen dibindeki adada ortaya çıkar. Ada ile ana kara sahili – Kowloon olarak adlandırılıyor – arası aynı İstanbul boğazı gibi bir manzara oluşturuyor. Zamanla şehir hem ada hem de anakara sahilinde yayılıp büyümüş. 1997 yılı sonunda kira kontratının sona ermesiyle İngiliz yönetiminden çıkıp Çin'e dahil olduğunda dünyanın en önemli finans merkezlerinden birisi olmuştur çoktan. Çin yönetiminin Hong Kong'un özerk idaresini değiştirmeden devam ettirmesi ekonominin çarklarının teklemeden dönmesine ve muazzam bir finansmanın şehrin üzerinden akmasına izin veriyor. Sokaklarında dolaşınca anlıyorsunuz, Hong Kong para kokan bir şehir!

Bu kadarcık bir genel tanıtımın ardından gelelim turistik açıdan şehri incelemeye. Önce bir fotoğraf ile başlayalım. İşte size Hong Kong'tan bir manzara.


Uzakdoğu'dan esintiler görmek isteyenleri hayal kırıklığına uğratacak bir fotoğraf ile başladık.
“Bu ne böyle, tipik bir modern batılı şehir manzarası.” dediğinizi duyar gibiyim. Yazının başında Hong Kong'un kapitalizmin en ilginç ve başarılı deneylerinden birisi olduğundan bahsetmiştim. Küresel sistemin yerel bir şehir yaratmasını beklemiyordunuz herhalde. Özellikle uzaktan şöyle bir bakıldığında tipik bir “dünya” şehrinden bahsediyoruz burada. 

Biraz daha içeriden baktığımızda hiperaktif günlük yaşantının ipuçlarını usul usul algılamaya başlıyoruz.

Yukarıdaki iki resimde de dünyanın hangi bölgesinde olduğumuza dair bir ipucu yok. Dedik ya, küresel sistemin şehri diye. Üstteki resmin sol altında yoldaki “bus stop” yazısını farketmişsinizdir. Kuzey Amerika'dan görünümler olabilir bu iki resim. Sadece iki katlı otobüsler biraz şüphe uyandırıyor, tabii bir de dikkatli gözlerin fark edeceği gibi trafiğin ters yönde olması. Öyleyse İngiltere desek ama hem tarz hem de havanın durumu pek uymuyor bu tahmine de.
 
Bu küresel görünüm Hong Kong'un kişiliksiz bir şehir olduğu gibi yanlış bir fikre yönlendirmesin sizi. Detaylara girdikçe burada pek çok sürpriz var. Gelin yavaş yavaş şehre ısınmaya başlayalım. Ada ve Kowloon arasındaki boğazın adı Victoria Harbour. İstanbul boğazından daha dar bir geçiş bu. İki yaka arasında aynı bizim şehir hattı vapurları gibi vapurlar çalışıyor. Star Ferries diye adlandırılan bu vapurlar Hong Kong'un en karakteristik sembollerinden birisi. Aşağıdaki “Hong Kong Central” vapur iskelesinin fotoğrafı. Küresel şehrin dev binalarının önünde ilk küçük farklı dokunuş kendini gösteriyor: tapınak formatında bir vapur iskelesi.


Star Ferries'in tam bu şehire uygun bir hikayesi var. 1880'lerde afyon ticareti için Hong Kong'a gelen zengin bir Hintli tüccar, burada servetine servet kattıktan sonra Victoria limanında iki yaka arasında düzenli bir ulaşım olmamasından yola çıkarak, bari buralara benim de hizmetim olsun diye bir vapur şirketi kurar. Şirketinin adını da İngiliz ozan Alfred Tennyson'un Crossing the Bar adlı şiirinin dizelerinden ödünç alır ve “Star Ferries” der. Hong Kong'a afyon ticareti yapmak için gelen İngiliz edebiyatına düşkün Hintli bir tüccar! Tam buralara uygun bir hikaye. Bugün iki yaka arasında köprüler, tüneller, hızlı bir metro hattı gibi zamanın ruhuna uygun ulaşım imkanları olsa da Star Ferries vapurları kendi tarzlarında salına salına gidip gelmeye devam ediyor. 
 
Aşağıdaki resimde arkada şehrin ada tarafının görüntüsü eşliğinde bir Star Ferry size poz veriyor.
   

Vapura binip ada tarafına doğru yola çıktığınızda Kowloon aşağıdaki gibi görünüyor. Sahildeki koloni tarzı saat kulesinin hemen arkasındaki parabolik çatılı penceresiz pembe bina Hong Kong sanat müzesi. Yolu buralara düşeceklerin mutlaka gitmelerini tavsiye ederim. Hem geleneksel hem de çağdaş Çin sanatının nefis örnekleri sergileniyor. Çağdaş batı sanatının bende hiçbir duygusal etki oluşturmadığı günümüzde, bu müzede uzun zamandır ilk kez bakmaya doyamadığım resimlerle karşılaştım.


Buraya kadar olan fotoğraflar aslında şehrin dokusu hakkında çok fazla bilgi vermiyor. Sürüyle yüksek bina, batı tarzı bir düzenleme ve gerçekten hiperaktif bir finans merkezi. Belki de yerel dokunuşu hissetmenin en kolay yolu şehri gece indikten sonra dolaşmak. Gece Hong Kong size diğer yüzünü göstermeye başlıyor: renkli, kaotik, capcanlı ve kozmopolit.


Çinlilerin alışveriş çılgını olduğunu belirtmek gerek. Bu şehirdeki alışveriş yoğunluğu, özellikle lüks tüketim, akıllara ziyan bir seviyeye ulaşmış durumda. Şehrin en kalabalık yerlerinde artık yaya olarak yürüyecek yerler kalmadığından sokakların üzerinden geçen ayrı bir yaya yolu şebekesi oluşturulmuş. Bizdeki yaya üst geçitlerinin neredeyse sokak boyunca devam eden versiyonu olan bu ikinci sokak seviyesi yollar mutlaka alış veriş merkezlerinde son buluyor. Yani, neredeyse bir AVM'den geçmeden sokağa çıkamıyorsunuz. Bu durum özellikle ada tarafında abartılı bir noktaya varmış.

Üç resim yukarıdaki şehir silüetine bakarsanız yüksek binaların arkasındaki tepeler dikkatinizi çekebilir. Adanın orta kısımları dik yamaçlar halinde yükseliyor. Şehrin en merkezi kısmının hemen arkalarında da ormanlarla kaplı tepe “The Peak” yükseliyor. Hong Kong'a gelip de The Peak'ı ziyaret etmemek gerçekten olmaz. Yukarıya gökdelenlerin arasından yola çıkan özel bir tren ile çıkıyorsunuz. İsviçre Alpleri'nde de dağlara tırmanan trenler var ancak bu en çılgın tırmanışınız olabilir. Neredeyse 45° açıyla tepeye doğru yol alan tren, kısa ama ürkütücü bir yolculuktan sonra sizi şehrin üzerine ulaştırıyor. Burada modern bir seyir terası var. Aşırı turistik bu terasta kalabalık ile boğuşmak yerine tepenin etrafındaki yürüyüş yoluna kaçarsanız kalabalıktan kurtulduğunuz gibi bir de farklı bir tropikal cennete gelmiş gibi oluyorsunuz. Yoğun bitki ve ağaçların arasında 45 dakika kadar bir yürüyüşle bütün tepeyi turlayıp en güzel Hong Kong manzaralarını görmek mümkün. İşte size “tepeden” Hong Kong'un gece görünümü.


Uzaktan seyrettiğiniz bu muazzam mekanın kaçınılmaz olarak tekrar içine girdiğinizde gece sizi aşağıdaki gibi karşılıyor. Victoria limanına bakan dev binaların önünde aynı 1880'lerdeki gibi yolculuğunu sürdüren bir Star Ferry. Hong Kong'un bitmek tükenmek bilmez enerjisi günün her saati sizi zorluyor. Ayak uydurmaya çalışmak mı yoksa isyan edip arkanıza bakmadan gitmek mi daha doğru, karar vermek kolay değil.


Bu şehirde yaşam gerçekten zor. Karşılaştırıldığında İstanbul'un neredeyse sakin bir yer olarak tanımlanabileceği bu çılgın metropolde yaşamak, dolaşmak, yürümek, barınmak hep alışık olduğumuzdan farklı bir ölçekte gerçekleşiyor. Barınmayı ele alalım. Bizler apartmanlarda yetişmiş bir nesiliz. Müstakil evler, konaklar, yalılar hep geçmişin özlemle anılan renkleridir (hala bu imkanlara sahip küçük bir azınlığı konu dışı bırakıyorum) Gelin görün ki Hong Kong'da apartman dediğinizde bizleri bile hayrete düşürecek yapılar yeri göğü kaplıyor. Buyurun bir apartmanın detay fotoğrafına. Sakın photoshop yapılmış filan zannetmeyin, apartmanın kendisidir gördüğünüz.


Bütün bunlarla başetmek kolay değil. İyi de, diyebilirsiniz, bu şehirde binaların arasına sıkışmanın bir alternatifi yok mu, biraz nefes almak istersek ne yapacağız? Edindiğiniz izlenimlerin tersine Hong Kong'un hemen dışına çıktığınızda bambaşka kırsal bir manzara sizi bekliyor. “New Territories” diyorlar bu kırsala, yani yeni topraklar. Kowloon'un kuzeyine doğru genişleyen bu bölge, ana karanın dışında yüzlerce küçük adadan oluşuyor. Bu yazıda buralara uzanmayacağım ancak yine de rahat bir nefes alabilmek ve ritmi biraz düşürebilmek için bir kaçamak yapmakta fayda var. 
 
Hong Kong'un hemen batısında yer alan Lantau adasının tepelerinde Po Lin manastırı yer alıyor. Lantau adasına – ki havaalanı da bu güzergahta yer alıyor – hafif metro ile çok hızlı bir şekilde ulaşabiliyorsunuz. Yeri gelmişken belirteyim, Hong Kong'un hızlı, tertemiz ve ucuz, mükemmel bir metro sistemi var. Lantau adasına yarım saat gibi bir sürede ulaştıktan sonra teleferik ile Po Lin manastırına ulaşıyorsunuz. Bizim ziyaret günümüzde teleferik bakımda olduğundan metrodan sonra yaklaşık 45 dakikalık bir otobüs yolculuğu ile manastıra vardık.


Bizim anladığımız anlamda bir tanrının var olmadığı Budizm'de kutsal kavramı da çok gevşek ve toleranslı. Manastırı ziyaret eden Çinliler'in bir bölümü ibadet ederken diğer bir bölümü hiç umursamadan hemen yanlarında şamata yapabiliyor. Yine de manastırın bir köşesinde, 7 günlük inzivaya çekilme programının herkese açık olduğunu okuyunca hangisi daha zorlu diye düşünmeden edemiyorsunuz: bir hafta tek başınıza kalmak mı yoksa bir hafta Hong Kong'un içinde yaşamak mı? Bu konuyu Budha'ya danışmak isterseniz bir değil üç tanesi sizi dinlemek için manastırda sabırla bekliyor:


Aşağıdaki fotoğraf ise Po Lin manastırının girişini gösteriyor.


Bu kadar ayrılık yeter, ben yine kargaşanın içine dönmeliyim diyerek dönüş yolculuğuna geçiyoruz ve birbuçuk saate kalmadan tekrar Hong Kong'un dişlileri arasında ezilmeye başlıyoruz. Mutluyuz, tanıdık bina manzaraları tekrar karşımızda. Kowloon bizi tüm cüssesiyle karşılıyor.


Tekrar sokaklara dalalım. Adaya geçip bir yürüyüş turu yaptığınızda yolunuz mutlaka Upper Lascar Row sokağına düşer. Geleneksel ürünlerin satıldığı tezgahlar ve antikacılarla dolu bu sokağın sonundan yukarıya saptığınızda Man Mo manastırı sizi bekliyor. Şehrin dev binaları arasına sıkışmış bu manastır sizi bekliyor dedim ama aslında biraz gerçeği çarpıtmış oldum çünkü içeriye girebilmek için uzun kuyruklarda sabretmeniz gerek. Etrafta dolaşmaya devam ederseniz SoHo bölgesine varırsınız. Burada Staunton ve Elgin caddelerinde bütün dünya mutfaklarını bulmak mümkün. Yeme içme ve gece hayatı meraklıları için tam bir cazibe merkezi bu bölge. Bu arada bir şeyi atlamamak lazım. Rıhtımdan içerilere doğru girdikçe yamaçlar boyunca rakım yükseldiğinden ciddi bir seviye farkı oluşuyor. Denize dik olarak tepelere doğru dünyanın en uzun açık hava yürüyen merdiveni Hong Kong'luların hizmetinde burada. Tam 1 km uzunluğundaki bu yürüyen merdiven sokakların üzerinden aşarak üst mahallelere doğru çıkıyor. Gerçekten çılgın bir ulaşım aracı veya yöntemi bu. Aşağıdaki fotoğrafa baktığınızda ne olduğunu anlamanız pek mümkün değil. Sol önde gördüğünüz fotoğrafçı sokağın üzerinden geçen yaya geçidi olarak algılayabileceğiniz yürüyen merdiveni resmediyor.


Bazı yerlerde yukarıdaki gibi yatay, bazı yerlerde ise gayet dik olarak durmadan ilerliyor bu yürüyen merdiven. Tam merkeze indiğinizde ise kıyıya paralel iki cadde hayatın aktığı yer: Des Voeux caddesi ve Queen's Road. 
 
Cadde ve sokak isimleri dikkatinizi çekmiştir. Çin yönetimi bunları bile değiştirmemiş. Herşey bir Dünya şehri imajı ile uyumlu.

Bir sonraki fotoğraf yine yanıltıcı bir manzara sunuyor. Queensway caddesindeki dev binaların arasında çiçeklerle süslenmiş yollarda insanlar yürüyor. Binaların cüssesine rağmen sakin bir ortam var. Halbuki, bu sakin ortam daha önce bahsettiğim sokak seviyesinin bir üstündeki yaya yollarına ait. Bir kat aşağıda, caddede tampon tampona bir trafik seli akıyor.


Biraz da yeme içmeden bahsedecek olursak, Hong Kong'da hem Çin hem de dünya mutfağının tüm örneklerini bulmak mümkün. Şehirde 40'dan fazla Michelin yıldızlı restoran var. Fransız tarzı cafe'lerden Japon restoranlarına kadar seçenekler çok fazla. Şehrin tamamına yayılmış beş yıldızlı oteller de yeme içme seçeneklerini çoğaltıyor. Tavsiyede bulunmak zor. Restoran tavsiyesi yerine yemek sonrası Hong Kong'un ışıltısına karşı bir içki almak için iki tavsiyede bulunayım. Birincisi The Peninsula otelinin tepesinde bulunan Felix. Philippe Starck tarafından tasarlanmış bu mekan çok etkileyici. İkincisi de Intercontinental otelinin lobi katındaki muhteşem manzaralı bar. 
 
Konaklama için ise Kowloon sahilini tavsiye ediyorum. Biraz daha nefes alma imkanı var ve manzara olarak da şehri size iliklerinize kadar hissettiriyor.

İşte böyle deli dolu bir yer Hong Kong. Çin'in dış ticaretinin finansmanının önemli bir bölümü buradan geçtiği için bir para şehri. Sözümona komünist bir rejimle yönetilen bu koca ülkenin dünya sistemi ile uyum içinde kalmak ve belki de onu yönlendirmeye çalışmak adına nereye kadar gitmeyi göze alabildiğinin göstergesi Hong Kong. 
 
Peki, Mao ne derdi bütün bu olanlara? Olanı biteni hınzırca izleyen Mao'yu SoHo'da bir kitapçının vitrininde gördüm:


Bir sonraki seyahate kadar hepinize sevgiler sunarım.