Bir süre önce bir iş gezisi için Salzburg’a
gittim. Salzburg beni öylesine etkiledi ki
sizlerle de paylaşmadan edemedim.
Öncelikle tarih kokan bir şehirden bahsettiğimizi anımsamalıyız ve bu tarihin ciddi trajediler ve acılar içerdiğini vurgulamak gerekir. Bir Almanya’ya, bir Avusturya’ya bağlanmış, arada fırsatını bulunca bağımsızlık ilan etmiş; Katolik-Protestan çatışmasını iliklerine kadar yaşamış, Holokast’ın cadı kazanını kaynatmış, insana ait her şeyi yaşamış bir şehir burası. Bütün bu acılı sayfaları yıkılmadan çevirip sonunda tarihin acımasız sürecine karşı dimdik durmuş Salzburg. Şu mozaiğe bir bakın, 1553 yılının Salzburg’unu gösteriyor. Şehrin modern sanat müzesine çıkan asansörün girişinde asılı duruyor. Önünden geçen insanlardan fırsat bulur bulmaz fotoğrafını çektim.
Şehir bugün de bundan pek farklı değil. Bu arada mozaiğin müzeye çıkan asansörün girişinde asılı olduğunu yazdım. Yerleşim, sarp yamaçların kenarına kurulmuş olduğundan bir cadde aniden duvar gibi bir yamaç ile kesilebiliyor. Böylesine bir noktada, yamacın üzerine modern sanat müzesi kondurulmuş ve müzeye sokak seviyesinden ulaşabilmek için bir asansör yapılmış. Neyse, 1553 yılının Salzburg’u ile bugünkünü karşılaştırınca temelde pek bir değişim yok. Buyurun bugünün Salzburg’una:
Bu resmi, mozaikte şehrin tepesinde görünen kaleden çektim. İşte bütün şehir bu. Nehirin karşı kıyısında Salzburg’un ciğerleri olan Mirabell Bahçesi var. Şehirin ciğeri tabii ki ironik bir ifade, zaten ormanların ortasına kurulmuş bir yerleşimden bahsediyoruz. Mirabell Bahçesi, içinde akşamüstleri küçük konserler dinleyebileceğiniz mekânları içeren zarif bir gezinti yeri.
Gezdiğim gün şakır şakır yağmur yağdığı için size ıslak fotoğraflar sunuyorum.
Çok güzel ve şehrin kendisi gibi minyatür bir mekân Mirabell Bahçesi. Herhalde Mozart buradaki bir banka oturup kıpkırmızı gülleri seyrederken kafasında uçuşan notaları yerli yerine koymaya çalışmıştır.
Salzburg’un istatistiksel olarak bir özelliği, bütün Avrupa’da metrekareye düşen kilise sayısında birinci olması. Her köşe başında bir kilise var. İçlerinde en eskisi St. Peter. Üç resim yukarıdaki genel manzarada en solda görünen kiliseden bahsediyoruz. Haydi içini gezelim.
Anladığım kadarıyla rokoko-barok arası bir tarz bu ama pek de ukalalık yapamayacağım, konu beni aşıyor.
Biz yine dönelim şehrin kendisine. Baştaki mozaikte görüldüğü gibi hakim manzara kaleye ait. Kalenin nehir kenarından günümüzdeki görüntüsü de aşağıdaki gibi. Bu resmi saat 21.00 sularında çektim.
Bir tepenin üzerine oturmuş yegâne bina kale değil. En başta bahsettiğim modern sanat müzesinin şehrin ana caddelerinden biri olan Griesgasse’den görünümü işte aşağıdaki gibi. Kartal yuvası misali yamaca yerleşmiş bu müzeye, caddenin karşısındaki pembe binanın içinden asansör ile ulaşılıyor.
Yamaca sırtını dayamış binalar çok ilginç bir görüntü oluşturuyor. Bazılarının üzerinde yapılış tarihleri yazılmış. Tam karşıdaki turuncu renkli olanın tepesinde “1408” yazılı idi. Bu şehire bizdeki müteahhitlerden lazım ki şöyle günümüze yakışır bir görünüme ve lükse kavuşsun!
Şu ana kadar Germen kültürünün en önemli “obje”sinden bahsetmedim ama galiba artık zamanı geldi. Bu kadar çok gezince insan yoruluyor ve şöyle bir yere oturup bir şeyler içmek istiyor. Söz biraya geliyor tabii ki. En eski ve meşhur bira mekânı, şehrin kenarında kalan Augustiner Kilisesi’nin altındaki aynı adlı birahane. Daracık bir sokak içindeki kapıdan girdiğinizde en az iki kat aşağıya iniyorsunuz ve geleneksel salonda taze olarak orada hazırlanmış birayı koca kupalarda içiyorsunuz.
Augustiner Brau’nun girişi:
Ve salonun görünümü:
Evet, bir bira molası verdikten sonra gezinmeye devam edelim. Şimdi
diyebilirsiniz ki Salzburg’un her şeyini anlatıyorsun da Mozart’tan niye
hiç bahis yok? Öyle ya burası onun şehri. Gelip de müziğini dinlememek
veya dahası doğduğu evi görmemek olur mu? Aslında olmaz ama kendisine
olan sevgi ve saygımızı saklı tutarak Mozart’ın evini size
göstermeyeceğim. Yeri sapa olduğundan filan değil de popüler olan biraz
boğazımda gıcıklık yaptığından. Mozart’ın evinin önündeki turist
kalabalığını ve itiş kakış insanların nasıl fotoğraf çekmeye
çalıştıklarını kolayca gözünüzde canlandırabilirsiniz. Biraz ayrık otu
misali başka bir büyük Salzburg’lunun evine gidelim.
Yukarıdaki resimde tam karşınızdaki binanın ikinci katının sağ cephesinde şu plaket duruyor:
Evet, bu ev Christian Doppler’in evi.
Mozart kadar meşhur olmasa da, Doppler insanoğlunun evreni anlama
çabasında çok önemli bir basamağı oluşturmuştu. “Doppler etkisi”ni
keşfederek Edwin Hubble’ın evrenin genişlediğini bulmasını sağlamakla
kalmamış, günümüzde modern tıbbın teşhis için sıklıkla kullandığı
“renkli doppler” lakaplı doppler sonografisi yöntemini de olanaklı
kılmıştı bu büyük fizikçi.
Mozart ve Doppler’den başka diğer bir büyük Salzburg’lu da Herbert von
Karajan’dır. Onun da evi hemen nehirin kıyısında yer alıyor.
Şehrin en hareketli caddesi ( belki de
sokağı demeli) Getreidegasse’ye çıkmanın zamanı geldi artık. Ne yazık ki
hava yağışlı olduğundan ışık fotoğraf çekmeye pek elverişli değil; ama
yine de doğal rengin olmadığı yerde insan elinden çıkma renkler devreye
giriyor ve dantel gibi işlenmiş tabelalar ve renkli şemsiyeler,
taşların arasından fışkıran yeşilliklerin desteğiyle monotonluğu kırıyor.
İşte kısaca anlatmaya çalıştığım Salzburg böyle bir şehir(cik). Beni kendisine hayran bıraktı. Size
son olarak modern sanat müzesinden gece inerken çekilmiş iki resim ilave
ediyorum. Önce Salzach Nehri’ni ve her iki yakasını da içeren bir
manzara:
Ve son olarak da kale, katedral, St. Peter kilisesi manzarası. Bu
resimde altta ortada görünen yamuk bina topluluğu üniversite
kütüphanesi, sağ alt köşedeki bina ise meşhur Salzburg festivalinin
mekânlarından birisi olan konser salonu.
Keşfedilecek nice güzellikler var dünyada.