istanbul

istanbul

İzlenimler: Hollanda


Bu kez bir şehirden bahsetmek yerine bir hafta süren Hollanda serüvenimi paylaşmak istiyorum. Normal koşullarda Hollanda denildiğinde ilk akla gelen mekân Amsterdam’dır. Gerçekten de dünyalar güzeli bu şehri görmeden ve yaşamadan bir Hollanda ziyareti eksik kalmış demektir. Ben ise Amsterdam’dan hiç bahsetmeyeceğim. Bunun nedeni Hollanda ziyaretimin bütünüyle bir yelkenli tekne yolculuğu şeklinde olmasıydı. Yaklaşık 25 senedir Hollanda’da yaşayan yelken aşığı abimin teknesi “Bosphorus” ile oğlum ve yeğenimi de alarak bir kuzey yolculuğu macerası yaşadık. İşte bu yüzden Amsterdam’sız bir Hollanda anlatmaya çalışacağım.

Sular altındaki bu ülkeden bahsederken işin detayına bir parça girmekte fayda var. Hollanda topraklarının önemli bölümü deniz seviyesinin altında bulunmakta. Bu özellik ülkenin pek çok dildeki adıyla da tescil edilmiş: İngilizce olarak “Netherlands”, Fransızca olarak “Pays Bas” fiilen alçak ülke anlamına geliyor. Deniz seviyesinden en alçak olan bölümü dünyanın en büyük havalimanlarından biri olan Amsterdam Schiphol çevresi: rakım -7 metre! Evet yanlış okumadınız, deniz seviyesinin 7 metre altından bahsediyoruz. Deniz dediğimiz de azgın Kuzey Denizi. Hal böyle olunca ülkenin ciddi bazı coğrafi sorunları olduğunu tahmin etmek pek zor değil. Nitekim tarih boyunca Hollandalılar su ile savaşmışlar. Su baskınları ülke tarihinde ciddi belirleyici bir öneme sahip. Doğanın kendilerine sunduğu bu muazzam sorun ile baş etmek için Hollandalılar pek çok çözüm üretmiş. Örneğin meşhur Hollanda değirmenlerinin asıl görevi buğday öğütmek yerine kanallarda biriken suları okyanusa geri göndermek için pompa işlevi görmek. Doğayla mücadeyi bu kadar ileri boyutta yaptığınızda arada çok acımasız goller yememek mümkün değil; ancak her yenilgi Hollandalıları biraz daha ciddi tedbirler almaya yöneltmiş. Bu tedbirlerin en cüretkarı ise koca denizin önüne duvar çekmek olmuş. Dijk (“dayk” diye telafuz ediliyor) olarak adlandırılan bu setlerin inşaatı 12. yüzyıla kadar gidiyor. Tabii, Hollandalılar yapmış, Kuzey Denizi yıkmış ve bu döngü yüzlerce yıl devam etmiş. Modern Hollanda’yı şekillendiren son nokta ise 1930′larda konulmuş ve kuzey batıdan ülkenin içine giren Zuider Denizi, 32 km uzunluğunda muazzam bir duvar ile Kuzey Denizi’nden koparılıp Ijssel (telafuzu “ijsel” değil yaklaşık “Aysel” şeklinde) olarak adlandırılan bir göle dönüştürülmüş. 1970′lerde aşağı yukarı ortasından bir duvar ile göl ikiye bölünmüş ve güney kısmı Marker Gölü olarak adlandırılmış.

Biz yolculuğumuza Marker Gölü’nün en güneyinde yer alan Muiderzand’dan başladık. Amsterdam’a araba ile 30 dakika mesafedeki marinadan bir pazar sabahı demir alıp Marker Gölü’nde kuzeye doğru yola çıktık.

Gölün ortasına doğru denizcilere yol gösteren Marken fenerine ulaşıyorsunuz.


Bu güzel fenere selam verdikten 1-2 saat sonra gölü Ijssel’den ayıran duvara (dayk’a) varıyorsunuz. İki göl arasında seviye farkı olduğundan geçiş için özel bir kanal kapısından geçmeniz gerekiyor. Kanaldan içeriye giriyorsunuz, arkanızdan kapı kapanıyor, içerisi ilerinizdeki su seviyesine kadar su ile dolduruluyor ve seviye eşitlenince önünüzdeki kapı açılıyor. Houtribdijk olarak adlandırılan bu daykın kanal girişinde teknemizi fotoğrafladım.


Kanaldan çıktıktan sonra Ijssel Gölü’nde yolculuğa devam edip, akşama doğru, ilk durağımız olan Enkhuizen’e vardık. Göl kıyısındaki bu güzel kasabanın tarihi 14. yüzyıla kadar gidiyor. Zamanının önemli bir ticaret limanıymış ama Amsterdam ile rekabet edemeyip küçük kalmış. Ijssel’den kasabaya doğru dar bir kanal giriyor ve bu kanal üzerindeki tarihi köprünün açılmasını bekleyip, kasabanın rıhtımına ulaşıyorsunuz. Herşey o kadar güzel, doğal ve tarihle içiçe ki etkilenmemek mümkün değil. Bosphorus rıhtıma yanaştıktan sonra arkamızdan gelen yelkenlinin köprüden geçişini yakalayabildim.


Güvenli limanımıza ulaşıp teknemizi bağladıktan sonra Poseidon’a şükranlarımızı sunmak amacıyla şarabımızı açtık ve huzurlu akşamın tadını doya doya çıkarttık. Hava kararırken Enkhuizen rıhtımında Bosphorus’u görüntülemek için yukarıdaki resimde görünen güzelim köprüden geçerek karşı rıhtıma yürüdüm.


Binaların çoğu yüzlerce yıllık. Ortalama 50 yıl ömürlü apartmanlar yapan bizlere ders verir gibi bir hali var bu mütevazi ama gururlu denizci kasabasının.

Ertesi sabah güzel bir güne uyandık. Kahvaltımızı yaptıktan sonra küçük bir gezinti arkasından Enkhuizen’a veda ettik. Yürüyüş sırasında çekilmiş bir fotoğraf aşağıda. Kasaba aynı fotoğrafa yansıdığı gibi huzurlu bir mekân.


Tekrar yola koyulduğumuzda hedefimiz Ijssel Denizi’ni aşıp, asıl büyük daykı geçerek Kuzey Denizi’ne varmak. O kadar rüzgârsız, durgun bir hava vardı ki “Bu nasıl Kuzey Denizi böyle?” diye şaşırdık doğrusu. Akşama kadar hiç yelken açamadan, motorla yolculuk ettik. Sonradan bunun fırtına öncesi sessizliği olduğunu anladık…
Çarşaf gibi bir Ijssel Gölü’nde pırıl pırıl güneş altında akşamüstü vahşi denizin önüne çekilmiş büyük sete – Afsluitdijk – vardık. Buradaki kanal ağzına yaklaşınca tekneler yavaş yavaş giriş için sıralanmaya başlıyor. Bosphorus en önde oldu için kanala girmek için ilk biz durduk. 15 dakika kadar bekledikten sonra kapılar açıldı ve içeriye girdik.

Bosphorus’tan kanal girişinin görünümü:


Daykı geçtikten sonra artık vahşi Kuzey Denizi’ne varmıştık. Gerçi bize hoş geldin dercesine mülayim yüzünü gösterdi önce, ama ertesi gün için hava raporu gittikçe kötüleşmeye başlayınca tedbir olarak rotamızı biraz değiştirdik. Hedefimiz Kuzey Denizi’nde Hollanda’ya bağlı üç adayı ziyaret etmekti; fakat sonraki gün denize açılamama olasılığı belirince ikinci durağımıza öncelik verip daha korunaklı ve sempatik olan Vlieland Adası’na doğru dümen kırdık.

Ada deyince dağlık tepelik bir toprak parçası gelmesin gözünüzün önüne. Zaten buralarda toprak hiç yok; bütün kara parçaları kumdan oluşuyor. Dolayısıyla bu adaları da iri kumullar olarak düşünebilirsiniz. Üzerleri güzel bitki örtüsü ile kaplı ama bir ağaç dibini eşelediğiniz zaman bildiğimiz deniz kumuyla karşılaşıyorsunuz.

Akşama doğru Vlieland adasındaki marinadaydık. Poseidon şerefine kadehlerimizi kaldırdıktan sonra etrafı keşfe çıktık. İnce uzun bir ada Vlieland: yaklaşık 10 km boyunda ve 1 km eninde. Kuzey doğu ucunda belediyeye ait bir marina ve bu marinaya bisiklet ile 15 dakika mesafede bir köy var, başka da bir şey yok. Mesafeyi bisiklet ile ölçülendirmemin sebebi iki tekerleğin adanın yegâne ulaşım aracı olması. Gidip bisikletçiden günlüğü 10 Euro’ya güzel bir bisiklet kiralıyorsunuz ve bu sizin adadaki aracınız oluyor.

Köy dediğim de birbirine paralel üç sokaktan oluşan küçücük bir yerleşim, toplam nüfus 1.000 kişi. Ancak bu küçücük köyde şaşılacak kalitede yemek sunan restoranlar ve cafeler var. Pastoral bir yaşam beklentisindeyken gayet sofistike yemek sunumlarıyla karşılaşmak güzel bir sürpriz doğrusu. Ağırlık tabii ki deniz mahsülleri.

Buyurun köyün “ana caddesi”ne:


Kuzeyin soğuk ve zorlu iklimine rağmen sımsıcak bir köy burası. Ortalıkta tekneleri ile gelmiş turistler geziniyor. Hava kararmaya başladığında -ki bu saat 22:00′den sonrası anlamına geliyor- yemek mekânlarının önü park edilmiş “araçlar” ile dolup cadde kendi mütevazi boyutunda canlanıyor.


Güzel bir akşam yemeğinden sonra alkol kontrolü endişesi olmadan bisikletlerimize atlayıp Bosphorus’a döndük.

Ertesi sabah hava bozmaya başlamıştı ancak adayı keşfetmeye (!) engel bir durum yoktu. Adanın kendisi kadar denizle ilişkisi de ilgi çekici. Buradaki kilit sözcük “gelgit”. Altı saatlik periyotlarla, bitmeyen bir gelgit döngüsü deniz ulaşımını şekillendiriyor. Gelgitin bir ilginç etkisi de deniz seviyesindeki değişimler. Su seviyesi altı saatte bir 2,5 metre inip çıkıyor. Sular iyice çekildiğinde ada etrafında yeni kumullar beliriyor ve adaya turist getiren tarihi Hollanda yelkenlileri sular alçalmaya başladığında gidip bu kumulların üzerinde demirliyor ve bir süre sonra karaya oturuyorlar. Bu denizler için tasarlandıklarından altları düz, yani kumulun üstünde yan yatmıyorlar. İnsanlar denizin ortasında karaya oturmuş bir teknede üç beş saat geçirip eğleniyor. İsteyen merdiven atıp kumula da çıkabilir. Sular yükseldiğinde tekrar yelkenler fora!

İşte karaya oturmuş altı yelkenli. Altı saat sonra ne bu tekneler ne de üzeri yosun kaplı kumullar vardı görünürde.


Bu fotoğrafı çektikten bir süre sonra rüzgâr fırtınaya döndü, şiddetli bir yağmur başladı ve iki günlük zorunlu bir dinlenme aldık. Marinada kaldığımız süre zarfında gelgitin etkisini iyice gözlemleme imkânım oldu. Aşağıdaki fotoğraflara bakarsanız altı saat arayla su seviyesinin nasıl değiştiğine şahit olabilirsiniz. Sağdaki beton duvar marinanın mendireği. Soldaki köprü ise dubalar üzerinde yüzen, teknelerin bağlandığı iskele. Görüldüğü gibi su seviyesi ve dolayısıyla yüzen iskele altı saatte bir 2,5 metre kadar inip kalkıyor.


Coğrafya dersi gibi bir anlatım oldu bu ama ilginç değil mi?

Her neyse, iki günlük moladan sonra rüzgâr biraz olsun azalınca sabah 8.00 gibi yeniden yola koyulduk. Gelgit akımını arkamıza almak için saati iyi ayarlamamız şarttı, aksi halde hedefe varış zamanı iki katına çıkabilirdi. Dört saatlik zorlu bir yolculuktan sonra dayktan geçip tekrar güvenli sulara, Ijssel Gölü’ne vardık. Bu yolculuk boyunca Kuzey Denizi zorlu yüzünü bize gösterdi; ama neyse ki sağ salim yolu geçtik. Rüzgârın çok sert estiği sırada fotoğraf çekmeye cesaret edemedim, makine elimden uçabilirdi. Koşullar normalleşince Kuzey Denizi geçişini aşağıdaki gibi fotoğrafladım.


İlerleyen saatlerde hava iyice düzeldi ve akşama doğru yeni limanımıza vardık: Hoorn. Burası da çok keyifli, tarihi bir kasaba. Kuruluşu 7. yüzyıla kadar uzanan Hoorn, Doğu Hindistan Şirketi’nin de (kısaca VOC olarak biliniyor) merkeziymiş. Meraklısı için değinelim: Doğu Hindistan Şirketi, dünyanın ilk hisse senedi çıkartan, çok uluslu sermaye şirketiydi. Doğuda sömürgeler kurup, ticareti yönetmek amacıyla kurulmuş, kapitalizmin önemli tarihsel adımlarından birini oluşturur bu şirket. Geçmişten gelen zenginliğin yansımalarını Hoorn’un sokaklarında bugün de görmek mümkün. Aşağıdaki fotoğraf kasabanın (haydi şehrin diyelim, nüfus 70.000 kişi) merkezini gösteriyor.


Tam karşıda görünen ve bugün güzel bir cafe olan bina zamanında kantar binasıymış. Uzak sömürgelerden getirilen mallar gemilerden indirilince burada tartılıp fiyatlandırılırmış.

Bu fotoğraf da limanın girişini gösteriyor. Geçen yüzyıllar fazla bir değişikliğe sebep olamamış, her şey mükemmelce korunmuş.


Gelin Hoorn’un içinde biraz yürüyelim. Hollanda’nın hemen her yerinde olduğu gibi burada da sağlam bir zemin bulunmadığından binaları kuma gömülen kazıklar üzerine inşa ediyorlar. Geçmişte tahta kazıklar kullanılırken bugün beton kazıklar tercih ediliyor. Eskiden temel yerine geçen kazıkların zamanla çürümesi veya kuma daha fazla gömülmesi nedeniyle tarihi binalar bugün yan yatmış, eğilmiş bir durumda karşınıza çıkabiliyor. Buna rağmen, bir tehlike oluşturmadıkça bu binalara müdahale edilmiyor. Tehlikeli bir durum ortaya çıkarsa da binanın kendisine zarar vermeden bir düzeltme operasyonu gerçekleştiriliyor. İşte Hoorn’un güzel bir sokağının resmi. Evlerin sokağa doğru nasıl eğildiğini rahatlıkla görebilirsiniz.


Bu güzel kasabada gecemizi geçirdikten sonra ertesi sabah Amsterdam’a varmak için erkenden yola çıktık. Öğle saatlerinde marinamıza varınca Bosphorus’tan inip doğruca Schiphol havalimanına gittik ve bu farklı Hollanda gezimizi sonlandırdık.